TASAVVUF
“Andolsun ki, Resulullah, sizin için,
Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler
için güzel bir önektir.” (Ahzap 33/21.)
Tasavvuf teslim olmak mıdır? Hem ‘evet’, hem de ‘hayır’!
Tasavvuf, İslâm’ı dini kaidelerle sınırlı
tutmayan onu deruni anlamıyla bir iman ve ibadet haline getiren yaşayış
biçimidir. Bu bakımdan tasavvufu kendi zemininde kendi manevi disiplini
içerisinde düşünür, anlamaya ve yaşamaya çalışırsanız o teslimiyet sizi,
‘nefs-i emmare’den alır ve nefsin bütün merhalelerini aşarak ‘nefs-i
kâmile’ye götürür. Bu sabır ve fedakarlık isteyen bir yoldur. Evvela
inanacaksın, neye inandığını, niçin inandığını bileceksin. Sonra onu
bütün ayrıntılarıyla tanıyacak ve yaşamayı ideal haline getireceksin.
Ruhun iktidarına talip olan, imanın yol haritasından dışarı çıkamaz!
Böyle bir yolda elinden tutan birisine ihtiyacın mutlaka olacaktır.
Mürşidini sokaktan değil, çevrenden değil, Rabbiyle rabıtasını günlük
hayatında da sürdüren ilk ismi seçersen teslim olman imtiyaz halini alır
ve kurtulursun… Herkes bunu başarabilir mi? Elbette ki hayır! Nefsini
kontrole alamayan bir insanın böyle bir kapıya yönelmesi taklit
safhasında kalır ve hem kendine hem de bağlandığı değerlere yazık eder.
Ya da iyi niyetle de olsa, bu alanın figüranlığını ve hatta ticaretini
yapan birisinin peşine takılırsan, o yol seni maksuduna ulaştırmaz.
Çünkü içinde huzuru aramayan insana hiç kimse dışarıdan onu veremez.
Biz, bu teslimiyetin manevi ve psikolojik
altyapısını iyi tahlil edebilmemiz için bu defa, tasavvuf’un menşeine
bakalım istiyoruz. İyi niyetle yola çıkmak isteyenlerin adımlarını doğru
atması halinde, hedefe varması kolaylaşır. İdealini aşk seviyesine
çıkaran insanların, aşkın beklediği fedakarlığa hazır olmamaları yolu
aşılmaz hale dönüştürebilir. Bu bakımdan ‘maşuk’un hayat seyrini
tanımakta fayda vardır:
İslâm’ın genişleme asrından itibaren -ki,
bu hicri 1. asırda başlar- tasavvufi hayat hep yol gösterici, çığır
açıcı olmuştur. Böyle bir iç disiplini, tasavvufi hayata yönelenler
nasıl sağlamışlardı?
Aslında bu sorunun cevabı, Tasavvufi hayatın başlangıcının da izahı olacaktır.
O günkü tasavvuf önderleri öncelikle
kendileri için ilk mürşid olarak Hz. Peygamber’i görmüşlerdir. Onun
Peygamberlik öncesi hayatındaki zaman zaman inzivaya çekilmesi, bir
mağarada tek başına beşerîlik zaaflarından uzaklaşmak için yalnızlığın o
aydınlatıcı sıcaklığında kendi ruhunun sesini dinlemeye çalışması,
risalet yolunun hazırlık dönemi olarak değerlendirilmelidir. Nitekim
toplum içinde, oradan sağladığı imtiyazlı kişilikle daha tebliğ
imtiyazına kavuşmadan ‘el emin’ unvanının alışı keyfi değildi. Toplum
hafızasının ortak kabulü olan böyle bir sıfat, o inziva döneminin tabii
bir sonucu olmalıdır.
Kendisine risalet görevi kırk yaşında
verilmiştir. Bu vakte kadar yaşadığı yıllarında her gencin geçirdiği
uçarılık döneminin sarsıntıları onda olmadı mı dersiniz? Ayette
‘beşerîlik’ vasfına özel olarak vurgu yapıldığına göre, mutlaka onun da
heyecanları, beklentileri, duygusal anaforları olacaktı. Böyle bir
biyolojik sarsıntıyı hiç kimseye olumsuz bir işaret göstermeden
atlatması da, bu hazırlık döneminin ona bahşedilmiş olağanüstü bir
imtiyazıydı. Hayatının bütün safhaları bilinmesine rağmen, böylesine
beşeri bir kirlilikten söz edilmemektedir. Bunlar ruhani bir birikimin
işaretidir. İşte günü geldi ve “Kalk halkını uyar” (Müddessir: 74/2) tebliğini aldı.
Böyle bir yükümlülükten sonra Allah’ın
Resulü, oluşan İslâm Toplumu’nun hem manevi, hem de siyasi lideri
durumundaydı. Bu vasıflarıyla günlük hayatın bütün riskini omuzlamasına
rağmen, dünyevi talepleri arzularının önüne almamış ve tam anlamıyla
zahidane bir hayat yaşamıştır. Onun takva prensiplerini gündüzleri
merhamet ve adaletle yönetim, geceleri ise ibadet, zikir ve dua ile
geçirmesi beslemiştir. Burada, onu gündelik hayatın telaşına rağmen,
manevi bir disiplin içinde kişilik ve kimlik temsilcisi olarak
görüyoruz.
Nitekim, Kur’an’da Cenabı Resul için verilen referans şöyledir:
“Andolsun ki, Resulullah, sizin için,
Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler
için güzel bir önektir.” (Ahzap 33/21).
“Ayette, Hz. Peygamber’in, Allah’ın
hoşnutluğunu kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için
mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazilet numunesi olduğu
anlatılmaktadır. Böylece, Resulullah’ın, hislerine mağlup insanları
memnun etmek ve onlara pratik değerden mahrum birtakım nazari kaideler
öğretmekle görevli olmayıp, onun hedefinin, insanlığa amelî kaideler
öğretmek ve bu kaideleri kendi yaşayışıyla izah ve tarif etmek olduğu
anlaşılmış olmaktadır. Binaenaleyh, onun hayatı ve sureti incelenirken
bu nokta asla gözden uzak tutulmamalıdır.”
Burada, özellikle Allah’ın Resulü’nün
‘Merhamet ve Adalet’ kavramlarını hayatında neden belirleyici bir kimlik
haline dönüştürdüğünün üzerinde durmakta fayda vardır. Daha önemlisi,
ayette özel olarak Hz. Peygamber’in “Allah’ı çok zikredenler için güzel
bir önek.” Oluşuna özel atıfta bulunulması bu teslimiyet alanının
merkezindeki ölçüyü tayin eder. İşte o sırlı arayışın kapısını ufkumuza
açan işaret! Bu işaret Nebevi bilgi ile elde edilir ve
tezkiyet’ün-nefs’le insanı huzura kavuşturur.
Burada önemli bir hususu da dikkatten uzak
tutmamak gerekir: Tekamül idealini maddi değerlerle ele alırsanız o sizi
hırsınızın köleliğine götürür ve gurur denen bir hastalığı doğurur.
Gurur ise ihtirasları besler ve insan kendi duygularının emrine mahkum
edilir. Ancak tekamülü, ruhî zeminde ararsanız, yükselirsiniz,
yücelirsiniz, arınır kendinizi idrake doğru zorlu bir yolculuğa
çıkarsınız. İdealiniz Allah’ın rızası, rehberiniz takvanız olur.
Allah’ın Resulü işte bunu yapmıştır. Onun ilahi şemsiye ile korunmasına
rağmen, “De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim (insanım). (Kehf; 18/10; Fussilet; 41/6)”,
uyarısını hiçbir zaman unutmamış ve insan olma sorumluluğunun
hassasiyetinden uzaklaşmamıştır. Ondaki bu eşsiz samimiyet ve derin
manevi hayat gibi bir dikkat noktası, bizler için çok önemli ve ayırt
edici özellik taşır: Bir Müslüman, gerçekten tasavvufi bir deruniliği
kazanmak istiyorsa, o ‘İnsan Muhammed (sav)’in bu yönüne yönelecek ve
kendisinin kişilik reçetesini burada arayacaktır!..
Artık hiç imse peygamber olamaz, ama her
isteyen Peygamber’e bağlanabilir ve ona sadık bir ümmet olabilir.. Onun
vesayetinin kuşatıcı ikliminde kendi kişilik ve kimliğine sağlıklı yol
bulabilir. Bunun içindir ki, ene’sini önüne alıp put haline getirerek
‘kendim yapabilirim’ anlayışıyla dinî teslimiyette yol alınamaz. Rehber,
işaret edilendir ve bunun içindir ki hep savunmuşumdur:
Köpek leşinde diş güzelliğini, üzerine
atılan işkembede bağış ve dua cömertliğini, düşmanının sığınmasında,
affetme asaletini gösteren bir Peygamber’in ümmeti olmanın sorumluluğu
sadece namaz kılmakla yerine getirilmiş olamaz! Tasavvuf namazı vecde
taşıyan, hatta oradan işbaya, oradan istiğraka götüren bir sığınma yolu
olmalıdır. Böyle kabullenilirse Tasavvufa teslim olunur. Bu teslimiyet,
“bir lokma bir hırka”da erimek değil, “takva” hassasiyeti içinde
Peygamber gibi kendi içinde ve kendiyle cihat ruhuyla hayatın bütün
girdi ve çıktıları içerisinde mütedeyyin eğilimini diri tutmaktır!..
Namazı aradan çıkararak ‘kalp temizliği’ şeklinde algılanan bir
tasavvuf, tamamıyla İslâm’a tuzak haline getirilmiş ütopik bir
saptırmadır! İnanan insan, aklını imanının önüne alarak kendi kendine
fetva verip sonra da kalbiyle yol alacağını sanmamalıdır. Böyle bir şey
Allah’ın iradesine uygun olsaydı, bunca Peygambere ihtiyaç kalmazdı.
Çünkü sende bulunan bu kalp herkeste vardır ve onun sesiyle yol almayı
da herkes isteyebilir…
Burada genel eğilim haline gelmiş önemli
bir problemin üzerinde de durmakta fayda vardır. Son yıllarda
Hz.Peygamber, çokça anılmaktadır. Onunla ilgili yığınla kitap basılıp
satılmaktadır. Bu kitapları yazanlar da, basanlar da, satanlar da, eğer
ticari bir kaygıyla yapıyorlarsa, bu, Peygamber’e ya da İslâm’a hizmet
değil, Peygamber’in ve İslâm’ın kabaran o doyumsuz iştahlarına alet
edilmesidir. Temelinde İhlas olmayan hiçbir faaliyet bizi gayesine
taşımaz, taşıyamaz. Bu bakımdan çok okunan, ama anlaşılmayan Kur’an
gibi, çok okunan ama tanınmayan bir Peygamber modeli çıkar karşımıza.
Örnek Peygamber olacaksa, bağlandığın
şeyhin himmetiyle cennete gideceğimiz hevesine kapılmamamız gerekir.
Çünkü o kızına dahi demiyor mu, “Kızım Fatıma, Babanın Peygamber
olduğuna bakma, kusur işlersen seni ben bile kurtaramam”, (Buharî, Vesâyâ 11; Tefsir (26) 2; Müslim, İman 348-352.) diye…
Peygamber kızına bile açık taahhüt
veremezken, mahalle şeyhleriyle cennete heveslenmek, tasavvufu
zaaflarımıza alet etmek olmaz mı? Böyle bir teslimiyet dini hayatta
insanı çözülmeye götürmekten başka bir gayeye hizmet etmeyecektir!
Burada önemli bir talihsizliğimize işaret ederek konuyu tamamlamak istiyorum:
Türkiye’de dinî hayatı, İslâmî duyarlılık
sınırlarının dışına taşınmasını tasavvufi kapıların kapatılmasına
bağlarsak herhalde yanlış bir yargıya varmış olmayız.
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
|
Gel!.. Ne olursan ol, yine gel... İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta... İster yüz kere tevbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tevbeni... Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel. Hz. Mevlâna Muhammed Celâl-ed-Dīn Rûmî (k.s.)
12 Aralık 2013 Perşembe
TASAVVUF
HZ. ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN HAYATI
Konya’da,
eski adıyla güllük mevkiinde Şems Parkı olarak bilinen alanın içinde
eski bir cami ve türbe vardır. Yılın her günü ziyaretçilerle dolup taşan
Mevlânâ türbesine yaklaşık on dakikalık mesafedeki bu mekânı bilen ve
ziyaret edenlerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadar azdır.
Sözünü
ettiğimiz türbe, Mevlânâ’yı hakikâtin sırlarına ulaştıran bir zatın
adını taşımaktadır. Tahmin ettiğiniz gibi Şems-i Tebrizi’nin adını....
Büyük
bir arif olduğu bilinen Melikdad oğlu Ali adlı bir kişinin oğlu olan
Muhammed Şemseddin, 1164 senesinde Tebriz’de dünyaya gelmiştir. Henüz
çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile kendi kuşağının çocuklarından
bambaşka olduğunu göstermiş, anne babasını,yakınlarını, hocalarını
hayrete düşüren davranışlar ortaya koymuştur. Zamanın ölçülerini aşan bu
zat, çocukluk dönemine ait bir anıyı şöyle anlatıyor:
“Henüz
ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı otuz kırk gün
hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim. Günlerce açlığa susuzluğa
katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı : ’ Oğlum’, dedi ‘ben senin bu
halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak?‘ ben ona şu
cevabı verdim:
‘Baba,
seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin?
Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla bir de kaz yumurtası koymuşlar.
Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman, bunlar hep birlikte analarının
ardına düşerler, bir göl kenarına gelirler. Kaz yumurtasından çıkan
civciv hemen kendini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum
boğulacak der. Çırpınmaya başlar. Halbuki kaz yavrusu, neşe içinde suda
yüzmektedir. İşte, seninle benim aramdaki fark da böyledir.”
Muhammed
Şemseddin, bazı görüşlerin ve Mevlana’nın müridi, öğrencisi olduğu
yolundaki yaygın inanışın aksine, basit bir batıni dervişi değil, üstün
vasıflarla bezenmiş, hatta vasıftan dahi söz edilemeyecek yapıda bir
zattır. Mevlana gibi zahir ve batın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş,
müderrislik, müftülük yapmış seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona
mânâ aleminin pencerelerini açan biri hakkında başka nasıl
düşünebiliriz ki?
Her
sözü, sohbeti ve bakışı ile insanları alt üst eden, dar, sınırlı bir
ahlaktan Allah’ın ahlakı anlayışına çeken Şems, kendisi için şunları
söylüyor :
“Ben
bir tarafta, dünyanın insanla şenelmiş dörtte bir kısmının halkı da bir
tarafta olsa,beni sorguya çekse onlara cevap vermekten kaçınmam ve
daldan sıçramam. Ne kadar zor şey sorsalar cevap üstüne cevap veririm.
Benim bir sözüm, onlardan her birisi için on cevap ve hüccet olur.”
Bir
gün Baba Kemal’in, kendisine Şeyh Fahreddin Iraki’ye açılan sırlardan
ve hakikâtlerden yana bir keşif gelip gelmediğini, sorması üzerine
Tebrizi:
“Ondan
daha çok müşahade gelir! Ancak onun bildiği bazı ıstılahlar vardır,onun
için gördüğünü en sevimli şekilde sunar. Bana gelince, bende öyle güç
yoktur.” diye cevap verir. Baba Kemal de
“Allah ü Teala, sana günlük bir arkadaş versin ki, evvellerin ahirlerin bilgilerini hakikâtlerini senin adına izhar etsin. Hikmet ırmakları onun kalbinden diline aksın, harf ve ses kıyafetine girsin, o kıyafetin rütbesi de senin adına olsun” der.
“Allah ü Teala, sana günlük bir arkadaş versin ki, evvellerin ahirlerin bilgilerini hakikâtlerini senin adına izhar etsin. Hikmet ırmakları onun kalbinden diline aksın, harf ve ses kıyafetine girsin, o kıyafetin rütbesi de senin adına olsun” der.
Makalat
adlı eserindeki ifadelerinden onun Tebriz’de Ebubekir adlı Şeyhinden
feyz aldığı anlaşılır, ancak yine kendisinin bildirdiğine göre, şeyhi
onda olan bir şeyi görememiş, başka kimsenin de göremediği bu farkı,
sadece Hüdavendigârı Mevlana anlayabilmiştir.
Zaten
şeyhi onu daha fazla olgunlaştırmanın kendi gücünü aştığını anladığı
zaman seyahate çıkmasına izin verir. O da diyar diyar gezip Sohbetine
dayanabilecek bir dost, bir mürşit arar. Fakat aradığını bir türlü
bulamaz, hiç kimse onu tatmin edemez. Konuştuğu kişileri imtihan
eder,istediği cevabı alamayınca oradan ayrılır. Kendisini
olgunlaştıracak bir şeyh aradığını söyler; ama bütün şeyhleri kendine
mürid yapıp arayışına devam eder.
Memleketi
olan Tebriz’de kendisine manevi kemalinden dolayı “Kamili Tebrizi”,
durmadan gezdiği, yolları tayy ettiği için “Şemseddin-i Perende” (uçan
Şemseddin) derler.
Bir gün yolu Bağdat şehrine düşer. Orada meşhur sofilerden Şeyh Evhadüddin Kirmani’yi bulup neyle meşgul olduğunu sorar.
“Ayı leğendeki suda görüyorum” diye cevap verir Kirmani.
Şems Hazretleri bu cevap üzerine:
“Boynunda
çıban yoksa neden başını kaldırıp da onu gökte görmüyorsun? Kendini
tedavi ettirmek için bir doktor bulmaya bak. Böylece, neye bakarsan
gerçekten bakılmaya değer olanı onda görürsün” der.
Kirmani
Hazretleri Şems’in ellerine sarılıp müridi olmak istediğini söyler.
Şems’in cevabı kesindir: “Sen benim arkadaşlığıma dayanamazsın!”
Ama,
Evhadüddin, ısrarlıdır. Nihayet, Şems, Bağdat pazarının tam ortasında
birlikte şarap içmek şartıyla kabul edeceğini söyler. Evhadüddin “bunu
yapamam” deyince,
“O
zaman benim için şarap bulup getirir misin?” sorusunu yöneltir. Onu da
yapamayacağını bildiren Kirmani’ye “ben içerken bana arkadaşlık eder
misin? ”diye sorar. “Edemem” yanıtı üzerine artık Şems Hazretleri, “
Erlerin huzurundan ırak ol!”diye bağırır. “Bana arkadaş olamazsın .
Bütün müridlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba
satmalısın. Bu aşk meydanı erlerin ve bilenlerin işidir. Ve şunu da iyi
bil ki ben mürid değil, şeyh arıyorum.
Hem de rastgele bir şeyh değil, hakikâti arayan olgun bir şeyh!..”
Kirmani, teslimiyet ve kabiliyet imtihanını bu nedenle geçememiş, onun asıl maksadını idrak edememiştir.
Tebrizi,
arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin
arkadaş edileceği bildirilir. Üst üste iki gece rüya tekrarlanır ve o
velinin Rum ülkesinde olduğu haberi verilir.
Onu aramak için yollara düşmek ister, fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlerine tabi ve rehinli olduğu bildirilir.”
Onu aramak için yollara düşmek ister, fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlerine tabi ve rehinli olduğu bildirilir.”
Şems
ilahi tecellilerle mest olduğu, tam mânâsıyla istiğraka daldığı,
müşahedenin güzelliğine beşer kuvvetiyle tahammül gösteremediği
zamanlarda “gizli velilerinden birini bana göster” diyerek niyaz eder
ve sabırsızlanır. Üzerindeki o yoğun halleri dağıtmak için başka işlerle
oyalanmaya çalışır. Para almadan inşaat işlerinde bile çalışır.
Nihayet bir gün;
“Madem ki ısrar ve arzu ediyorsun O halde şükrane olarak ne vereceksin?” diye bir ilham gelir.
O da “başımı!..” cevabını verir.
Bu cevaba karşılık olarak,
Bütün kâinatta Mevlana-yı Rumi Hazretlerinden başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi gelir.
Artık Rum ülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkacaktır.
Uzun
bir yolculuğun ardından Şemseddin Muhammed, M. 1244 yılının Ekim ayında
Konya’ya gelir. Kaldığı han odasının anahtarını boynuna zamanın
tüccarları gibi asıp çarşıda dolaşmaya başlar aşk ve ilmin tüccarı
olduğuna işaret ederek...
İkindiye
doğru, ana caddede, katıra binmiş, talebeleri etrafında dört dönen bir
müderris görünür. Şems aradığı dostun o olduğunu anlar. Önüne geçerek
katırın dizginlerini tutar ve keskin bakışlarıyla:
“Sen Belhli Baha Veled’in oğlu Mevlana Celaleddin misin?” diye sorar.
“Sen Belhli Baha Veled’in oğlu Mevlana Celaleddin misin?” diye sorar.
Mevlana “evet” diye cevap verir. Şems:
“Ey müslümanların imamı! Bir müşkülüm var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?
Sorunun heybetinden kendinden geçen Mevlana, kendini toplayınca;
“Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed bütün yaratıkların en büyüğüdür.”
O zaman Şems:
“O
halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile Ya Rabbi seni tenzih
ederim, biz seni layık olduğun vechile bilemedik” buyururken,
Bayezid,
“Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her
zerresinde Allah’tan başka varlık yok!..” demekte?
Mevlana:
“Hz.
Muhammed, müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu,’biz senin
göğsünü açmadık mı?’ şerhiyle kalbi genişledi. Bunun için de
susuzluktan dem vurdu. O Her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı
geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık
istiyordu.
Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.”
Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.”
Şemsi Tebrizi, bu cevap karşısında “Allah”diyerek yere yuvarlanır.
Mevlana, hemen atından inip yanındaki adamların da yardımıyla onu yerden kaldırıp medresesine götürür.
Mevlana, hemen atından inip yanındaki adamların da yardımıyla onu yerden kaldırıp medresesine götürür.
Artık
bu medresede iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin
girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlana
bunca zaman kitapların, sayfaların arasında aradığı ve Şeyhi Seyyid
Burhaneddin’in yıllarca önceden müjdelediği sevgilisine, gönül dostuna
kavuşmuş,o andan itibaren de bütün yaşamı değişmiştir.
Şems,
önce onu çok değer verdiği zatların, hatta babasının bile eserlerini
okumaktan men eder, değer verdiği bütün kitaplarını birer birer havuza
atar. Daha sonra hiç kimseyle konuşmasına izin vermez.
Medresedeki derslerini, vaazlarını terk etmek zorunda kalır.
Şimdi sıra imtihanlardadır...
Bir gün Şems-i Tebrizi, Mevlana’yı denemek maksadıyla güzel bir sevgili ister ondan. O da güzellikte eşi bulunmayan karısını getirir tereddüt etmeden . Şems, “bu benim can kız kardeşimdir. Bu olmaz. Bana hizmet edecek bir erkek çocuğu bul” der.
Bir gün Şems-i Tebrizi, Mevlana’yı denemek maksadıyla güzel bir sevgili ister ondan. O da güzellikte eşi bulunmayan karısını getirir tereddüt etmeden . Şems, “bu benim can kız kardeşimdir. Bu olmaz. Bana hizmet edecek bir erkek çocuğu bul” der.
Mevlana,
Oğlu Sultan Veled’i ona kul olsun diye getirir. Şems, “bu kalbimi
bağlayan oğlumdur. Şimdi şarap olsaydı, su yerine onu içerdim. Ben onsuz
yapamam” deyince, Mevlana hemen gidip Yahudi mahallesinden bir testi
şarap getirir.
Şems, bu teslimiyet ve itaatten hayrete düşüp
“Başlangıcı
olmayan başlangıcın ve sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki,
dünyanın başından sonuna kadar senin gibi gönül yutan bir Muhammed
yürekli bu aleme ne gelmiş ne de gelecektir.” dedi.
Ben
Mevlana’nın hilminin derecesini anlamak için bu imtihanları yaptım.
Onun iç alemi o kadar geniş ki, rivayet ve hikaye çerçevesine sığmaz.”
der.
Kendisine
hürmetle, sevgiyle yaklaşan diğer insanlara da çeşitli imtihanlar
uygulamış, örneğin kendisinden para isteyince bütün parasını, malını
mülkünü ayaklarına seren Hüsameddin Çelebi’ye Velilerin gıpta ettiği bir
makamı müjdelemiştir. O servetin içinden de sadece bir dirhem alır.
Geri kalanını Hüsameddin’e bağışlar.
Mevlana
ve Şemsi Tebrizi’ye gönül verenler bu haldeyken, sohbetlerden ve bu
sofradaki zenginlikten mahrum kalanlar Şems’ten kendilerine bir gönül
hoşluğu gelmediğini öne sürüp kıskançlık içinde fitne tohumlarını
atmaktadırlar. Dedikodularla atılan düşmanlık tohumları iyice
olgunlaştığında Şems, bir gece aniden Konya’yı terk ederek kayıplara
karışır. On altı ay boyunca hiçbir haber alınamaz.
Bu
ayrılık süresince Mevlana tekrar eski haline gelmek, halka ve
derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez konuşmaz, medresesini
büsbütün bırakır, keder içinde yalnızlığa çekilir. Hastalanır. Artık
neredeyse can verecekken, Şam’dan gelen mektupla canlanır. Şems ikinci
kez Konya’ya gelir. Birkaç ay süren sohbetler, görüşmeler neticesinde
yine fitneler düşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems, tekrar
kayıplara karışır...
Mevlana
için yine ayrılık başlamıştır, coşkun bir aşk ve cezbe halinde aylarca
gözyaşı döker gazeller söyler, her gelenden onu sorar, yalan haber
getirenlere bile üstünde ne varsa verir, doğru haberi verene canını
teslim edeceğini söyleyerek...
Bu
arada fesat ve dedikodu çıkaranların çoğu, bu yolla Mevlana’yı
kendilerini döndüremeyeceklerini anlar, bazıları da Şems’in kıymetini
fark ederek pişmanlık içinde özür dilerler.
Birkaç ay sonra Şems-i Tebrizi’nin Şam’da olduğu haberi gelince Mevlana halini anlatan mektuplar gönderir, yalvarır, dualar eder. Nihayet üçüncü mektuba aylar süren bekleyişten sonra karşılık gelir. Şems de aynı coşkunlukla ona cevap gönderir.
Birkaç ay sonra Şems-i Tebrizi’nin Şam’da olduğu haberi gelince Mevlana halini anlatan mektuplar gönderir, yalvarır, dualar eder. Nihayet üçüncü mektuba aylar süren bekleyişten sonra karşılık gelir. Şems de aynı coşkunlukla ona cevap gönderir.
Mektubu alan Mevlana, hemen oğlu Sultan Veledi çağırıp eline dördüncü mektubu vererek şunları söyler:
“Birkaç
arkadaşınla Mevlana Şems’i aramaya git. Giderken şu kadar gümüş ve
altın parayı da beraberinde götür. Bu paraları Şam’da O Tebriz
Sultanının ayakkabısı içine dök ve onun mübarek ayakkabısını Rum
tarafına çevir. Benim selamımı ilet ve âşıklara yaraşır secdemi O’na arz
et. Şam’a ulaştığın vakit,Cebel-i Salihiye’de meşhur bir han vardır,
doğru oraya git. Orada Mevlana Şemseddin’in güzel bir Frenk çocuğuyla
satranç oynadığını görürsün. Sonunda oyunu Şems kazanırsa, Frengin
malını alır. Frenk çocuğu kazanırsa, Şems’e bir tokat vurur. Sen onun
vurduğunu görünce hata edip kızmayasın. Çünkü o çocuk kutuplardandır.
Fakat o kendini iyi tanımıyor. Şems’in sohbetinin bereketi ve inayeti
ile halinin olgunlaşması lazımdır.”
Sultan
Veled, babasının dediklerini aynen yaparak yanındaki adamlarla birlikte
yola çıkar. Şam’a varınca hemen hana gider. Şems, Mevlana’nın söylediği
gibi bir frenk çocuğuyla satranç oynamaktadır. Sultan Veled,
babasının mektubunu, armağanlarını Şems’e teslim ettikten sonra, bütün
dostların yaptıklarından pişman olduklarını kendisini saygı ve hasretle
Konya’da beklediklerini anlatır. Yalvarıp türlü niyaz ve ricalarla onu
dönmeye ikna eder. Birlikte yola çıkarlar. Şemsi kendi atına bindiren
Sultan Veled, aşk ve neşe içinde Konya’ya kadar yayan olarak gelir.
Şems onun gösterdiği bu saygı ve bağlılıktan çok hoşnut kalır, ona övgü
dolu sözler söyler. Uzun bir yolculuktan sonra, Konya’ya yakın Zencirli
Hanı’na geldiklerinde babasına müjdelemek için şehre bir derviş
gönderir. Mevlana bu müjdeyi duyunca üstünde ne varsa çıkarıp dervişe
verir. Konya halkına haber salıp emirlerden, bilginlerden, fakirlerden
ve ahilerden onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını ister. Kendisi de
ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems’i
şehre getirir.
Bu
defa da altı ay boyunca medresedeki bir hücrede baş başa kalırlar.
Yanlarına kuyumcu Selahaddin ve Sultan Veled’den başkası girememektedir.
Mevlana’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Öylesine
kaynaşmışlardır ki, artık ayrılık mümkün görünmemektedir. Şems, himmet
ve teveccühleriyle Mevlana’yı daha da olgunlaştırmış aşk ateşiyle
pişirip Hakk’a vuslatı sağlamıştır. Daha önce Şems’e muhalefet edenler
de gelip birer birer özür dilerler.
Onun rahat edebilmesi ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak yetiştirilmiş Kimya adındaki genç ve güzel kız Şems’e nikah edilir.
Onun rahat edebilmesi ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak yetiştirilmiş Kimya adındaki genç ve güzel kız Şems’e nikah edilir.
Ama
bu sefer de müritler arasında kıskançlık başgösterir. Mevlana’nın diğer
oğlu Alaeddin Çelebi bile edebi aşan birkaç davranışıyla kıskançlığını
dile getirir. Bu arada Şems’i sevmeyenler de her fırsatta muhalefete,
hakaret, iftira ve düşmanlık dolu hareketlere yönelirler.
Şems
ile Mevlana, sohbet ve irşadın son merhalelerini, en güzel dönemlerini
yaşarken onlar da dışarda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar. Artık
Mevlana, istenen mertebeye gelmiş Şems’in irşad vazifesi tamamlanmış,
daha önce kendisine bildirilen hüküm gereğince başını feda etme zamanı
gelmiştir.
Hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat etmiştir. Bu haberin şehre yayılmasından sonra onu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlana’yı elinden kurtarmak(!) isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler.
Hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat etmiştir. Bu haberin şehre yayılmasından sonra onu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlana’yı elinden kurtarmak(!) isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler.
1247
yılının Aralık ayında, aralarında Mevlana’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin
de olduğu rivayet edilen bu yedi kişi medresenin avlusunda pusuya
yatar. Bir derviş kapıdan seslenerek Şems Hazretlerini dışarı çağırır.
Şems derhal yerinden kalkıp çıkarken Mevlana’ya:
“Görüyormusun beni dönüşü olmayan bir davetle dışarıya çağırıyorlar!” diyerek vedalaşıp çıkar.
“Görüyormusun beni dönüşü olmayan bir davetle dışarıya çağırıyorlar!” diyerek vedalaşıp çıkar.
Sonra bir “Allah “ feryadı yankılanır gecede...
Kapı açıldığında ise, ortalıkta kimseler yoktur.
Sadece birkaç damla kan lekesi görülür yerde...
Başka da bir iz bulunamaz.
Bu
son ayrılıktır. Mevlana yine aylarca süren bekleyişe, diyar diyar gezip
aramaya başlar. Ama onu maddeten olmasa da manen kendinde bulduğunu şu
dizelerle dile getirir:
“Beden bakımından ondan uzağız amma;
Cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;
İster O’nu gör, ister beni...
Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”
GÜNÜN AYETİ VE HADİSİ
Bismillâhirrahmânirrahîm
“Eğer Allâh, insanları işledikleri günahlar yüzünden
(hemen) cezâlandıracak olsaydı, dünyada tek bir insan bile bırakmazdı;
ama Allâh onların cezâsını belirlenmiş bir vâdeye kadar erteler. O
vâdeleri geldiği vakit hükmünü yerine getirip onları cezâlandırır. Çünkü
Allâh kullarını görmektedir.”
Fâtır Suresi, 45
“Kul bir hata işlediği zaman, kalbine siyah bir
nokta vurulur. Şâyet günahtan vazgeçer, istiğfâr ve tevbe ederse kalbi
cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar hatalara yönelirse siyah nokta
artırılır ve netîcede bütün kalbini kaplar.”
Hz. Muhammed (s.a.v.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)