TASAVVUF
“Andolsun ki, Resulullah, sizin için,
Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler
için güzel bir önektir.” (Ahzap 33/21.)
Tasavvuf teslim olmak mıdır? Hem ‘evet’, hem de ‘hayır’!
Tasavvuf, İslâm’ı dini kaidelerle sınırlı
tutmayan onu deruni anlamıyla bir iman ve ibadet haline getiren yaşayış
biçimidir. Bu bakımdan tasavvufu kendi zemininde kendi manevi disiplini
içerisinde düşünür, anlamaya ve yaşamaya çalışırsanız o teslimiyet sizi,
‘nefs-i emmare’den alır ve nefsin bütün merhalelerini aşarak ‘nefs-i
kâmile’ye götürür. Bu sabır ve fedakarlık isteyen bir yoldur. Evvela
inanacaksın, neye inandığını, niçin inandığını bileceksin. Sonra onu
bütün ayrıntılarıyla tanıyacak ve yaşamayı ideal haline getireceksin.
Ruhun iktidarına talip olan, imanın yol haritasından dışarı çıkamaz!
Böyle bir yolda elinden tutan birisine ihtiyacın mutlaka olacaktır.
Mürşidini sokaktan değil, çevrenden değil, Rabbiyle rabıtasını günlük
hayatında da sürdüren ilk ismi seçersen teslim olman imtiyaz halini alır
ve kurtulursun… Herkes bunu başarabilir mi? Elbette ki hayır! Nefsini
kontrole alamayan bir insanın böyle bir kapıya yönelmesi taklit
safhasında kalır ve hem kendine hem de bağlandığı değerlere yazık eder.
Ya da iyi niyetle de olsa, bu alanın figüranlığını ve hatta ticaretini
yapan birisinin peşine takılırsan, o yol seni maksuduna ulaştırmaz.
Çünkü içinde huzuru aramayan insana hiç kimse dışarıdan onu veremez.
Biz, bu teslimiyetin manevi ve psikolojik
altyapısını iyi tahlil edebilmemiz için bu defa, tasavvuf’un menşeine
bakalım istiyoruz. İyi niyetle yola çıkmak isteyenlerin adımlarını doğru
atması halinde, hedefe varması kolaylaşır. İdealini aşk seviyesine
çıkaran insanların, aşkın beklediği fedakarlığa hazır olmamaları yolu
aşılmaz hale dönüştürebilir. Bu bakımdan ‘maşuk’un hayat seyrini
tanımakta fayda vardır:
İslâm’ın genişleme asrından itibaren -ki,
bu hicri 1. asırda başlar- tasavvufi hayat hep yol gösterici, çığır
açıcı olmuştur. Böyle bir iç disiplini, tasavvufi hayata yönelenler
nasıl sağlamışlardı?
Aslında bu sorunun cevabı, Tasavvufi hayatın başlangıcının da izahı olacaktır.
O günkü tasavvuf önderleri öncelikle
kendileri için ilk mürşid olarak Hz. Peygamber’i görmüşlerdir. Onun
Peygamberlik öncesi hayatındaki zaman zaman inzivaya çekilmesi, bir
mağarada tek başına beşerîlik zaaflarından uzaklaşmak için yalnızlığın o
aydınlatıcı sıcaklığında kendi ruhunun sesini dinlemeye çalışması,
risalet yolunun hazırlık dönemi olarak değerlendirilmelidir. Nitekim
toplum içinde, oradan sağladığı imtiyazlı kişilikle daha tebliğ
imtiyazına kavuşmadan ‘el emin’ unvanının alışı keyfi değildi. Toplum
hafızasının ortak kabulü olan böyle bir sıfat, o inziva döneminin tabii
bir sonucu olmalıdır.
Kendisine risalet görevi kırk yaşında
verilmiştir. Bu vakte kadar yaşadığı yıllarında her gencin geçirdiği
uçarılık döneminin sarsıntıları onda olmadı mı dersiniz? Ayette
‘beşerîlik’ vasfına özel olarak vurgu yapıldığına göre, mutlaka onun da
heyecanları, beklentileri, duygusal anaforları olacaktı. Böyle bir
biyolojik sarsıntıyı hiç kimseye olumsuz bir işaret göstermeden
atlatması da, bu hazırlık döneminin ona bahşedilmiş olağanüstü bir
imtiyazıydı. Hayatının bütün safhaları bilinmesine rağmen, böylesine
beşeri bir kirlilikten söz edilmemektedir. Bunlar ruhani bir birikimin
işaretidir. İşte günü geldi ve “Kalk halkını uyar” (Müddessir: 74/2) tebliğini aldı.
Böyle bir yükümlülükten sonra Allah’ın
Resulü, oluşan İslâm Toplumu’nun hem manevi, hem de siyasi lideri
durumundaydı. Bu vasıflarıyla günlük hayatın bütün riskini omuzlamasına
rağmen, dünyevi talepleri arzularının önüne almamış ve tam anlamıyla
zahidane bir hayat yaşamıştır. Onun takva prensiplerini gündüzleri
merhamet ve adaletle yönetim, geceleri ise ibadet, zikir ve dua ile
geçirmesi beslemiştir. Burada, onu gündelik hayatın telaşına rağmen,
manevi bir disiplin içinde kişilik ve kimlik temsilcisi olarak
görüyoruz.
Nitekim, Kur’an’da Cenabı Resul için verilen referans şöyledir:
“Andolsun ki, Resulullah, sizin için,
Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler
için güzel bir önektir.” (Ahzap 33/21).
“Ayette, Hz. Peygamber’in, Allah’ın
hoşnutluğunu kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için
mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazilet numunesi olduğu
anlatılmaktadır. Böylece, Resulullah’ın, hislerine mağlup insanları
memnun etmek ve onlara pratik değerden mahrum birtakım nazari kaideler
öğretmekle görevli olmayıp, onun hedefinin, insanlığa amelî kaideler
öğretmek ve bu kaideleri kendi yaşayışıyla izah ve tarif etmek olduğu
anlaşılmış olmaktadır. Binaenaleyh, onun hayatı ve sureti incelenirken
bu nokta asla gözden uzak tutulmamalıdır.”
Burada, özellikle Allah’ın Resulü’nün
‘Merhamet ve Adalet’ kavramlarını hayatında neden belirleyici bir kimlik
haline dönüştürdüğünün üzerinde durmakta fayda vardır. Daha önemlisi,
ayette özel olarak Hz. Peygamber’in “Allah’ı çok zikredenler için güzel
bir önek.” Oluşuna özel atıfta bulunulması bu teslimiyet alanının
merkezindeki ölçüyü tayin eder. İşte o sırlı arayışın kapısını ufkumuza
açan işaret! Bu işaret Nebevi bilgi ile elde edilir ve
tezkiyet’ün-nefs’le insanı huzura kavuşturur.
Burada önemli bir hususu da dikkatten uzak
tutmamak gerekir: Tekamül idealini maddi değerlerle ele alırsanız o sizi
hırsınızın köleliğine götürür ve gurur denen bir hastalığı doğurur.
Gurur ise ihtirasları besler ve insan kendi duygularının emrine mahkum
edilir. Ancak tekamülü, ruhî zeminde ararsanız, yükselirsiniz,
yücelirsiniz, arınır kendinizi idrake doğru zorlu bir yolculuğa
çıkarsınız. İdealiniz Allah’ın rızası, rehberiniz takvanız olur.
Allah’ın Resulü işte bunu yapmıştır. Onun ilahi şemsiye ile korunmasına
rağmen, “De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim (insanım). (Kehf; 18/10; Fussilet; 41/6)”,
uyarısını hiçbir zaman unutmamış ve insan olma sorumluluğunun
hassasiyetinden uzaklaşmamıştır. Ondaki bu eşsiz samimiyet ve derin
manevi hayat gibi bir dikkat noktası, bizler için çok önemli ve ayırt
edici özellik taşır: Bir Müslüman, gerçekten tasavvufi bir deruniliği
kazanmak istiyorsa, o ‘İnsan Muhammed (sav)’in bu yönüne yönelecek ve
kendisinin kişilik reçetesini burada arayacaktır!..
Artık hiç imse peygamber olamaz, ama her
isteyen Peygamber’e bağlanabilir ve ona sadık bir ümmet olabilir.. Onun
vesayetinin kuşatıcı ikliminde kendi kişilik ve kimliğine sağlıklı yol
bulabilir. Bunun içindir ki, ene’sini önüne alıp put haline getirerek
‘kendim yapabilirim’ anlayışıyla dinî teslimiyette yol alınamaz. Rehber,
işaret edilendir ve bunun içindir ki hep savunmuşumdur:
Köpek leşinde diş güzelliğini, üzerine
atılan işkembede bağış ve dua cömertliğini, düşmanının sığınmasında,
affetme asaletini gösteren bir Peygamber’in ümmeti olmanın sorumluluğu
sadece namaz kılmakla yerine getirilmiş olamaz! Tasavvuf namazı vecde
taşıyan, hatta oradan işbaya, oradan istiğraka götüren bir sığınma yolu
olmalıdır. Böyle kabullenilirse Tasavvufa teslim olunur. Bu teslimiyet,
“bir lokma bir hırka”da erimek değil, “takva” hassasiyeti içinde
Peygamber gibi kendi içinde ve kendiyle cihat ruhuyla hayatın bütün
girdi ve çıktıları içerisinde mütedeyyin eğilimini diri tutmaktır!..
Namazı aradan çıkararak ‘kalp temizliği’ şeklinde algılanan bir
tasavvuf, tamamıyla İslâm’a tuzak haline getirilmiş ütopik bir
saptırmadır! İnanan insan, aklını imanının önüne alarak kendi kendine
fetva verip sonra da kalbiyle yol alacağını sanmamalıdır. Böyle bir şey
Allah’ın iradesine uygun olsaydı, bunca Peygambere ihtiyaç kalmazdı.
Çünkü sende bulunan bu kalp herkeste vardır ve onun sesiyle yol almayı
da herkes isteyebilir…
Burada genel eğilim haline gelmiş önemli
bir problemin üzerinde de durmakta fayda vardır. Son yıllarda
Hz.Peygamber, çokça anılmaktadır. Onunla ilgili yığınla kitap basılıp
satılmaktadır. Bu kitapları yazanlar da, basanlar da, satanlar da, eğer
ticari bir kaygıyla yapıyorlarsa, bu, Peygamber’e ya da İslâm’a hizmet
değil, Peygamber’in ve İslâm’ın kabaran o doyumsuz iştahlarına alet
edilmesidir. Temelinde İhlas olmayan hiçbir faaliyet bizi gayesine
taşımaz, taşıyamaz. Bu bakımdan çok okunan, ama anlaşılmayan Kur’an
gibi, çok okunan ama tanınmayan bir Peygamber modeli çıkar karşımıza.
Örnek Peygamber olacaksa, bağlandığın
şeyhin himmetiyle cennete gideceğimiz hevesine kapılmamamız gerekir.
Çünkü o kızına dahi demiyor mu, “Kızım Fatıma, Babanın Peygamber
olduğuna bakma, kusur işlersen seni ben bile kurtaramam”, (Buharî, Vesâyâ 11; Tefsir (26) 2; Müslim, İman 348-352.) diye…
Peygamber kızına bile açık taahhüt
veremezken, mahalle şeyhleriyle cennete heveslenmek, tasavvufu
zaaflarımıza alet etmek olmaz mı? Böyle bir teslimiyet dini hayatta
insanı çözülmeye götürmekten başka bir gayeye hizmet etmeyecektir!
Burada önemli bir talihsizliğimize işaret ederek konuyu tamamlamak istiyorum:
Türkiye’de dinî hayatı, İslâmî duyarlılık
sınırlarının dışına taşınmasını tasavvufi kapıların kapatılmasına
bağlarsak herhalde yanlış bir yargıya varmış olmayız.
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
|
Gel!.. Ne olursan ol, yine gel... İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta... İster yüz kere tevbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tevbeni... Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel. Hz. Mevlâna Muhammed Celâl-ed-Dīn Rûmî (k.s.)
12 Aralık 2013 Perşembe
TASAVVUF
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder